Sadakat


Babaannem, şu uzun, uzunca ömründe bir defasına bari denizi görmemiş ve bu, göremedi görmedi meselesi sabah bilmez kış gecelerinin bitmez tükenmez
muhabbetiydi evimizin..Ah o deniz, ne deniz! Acayip bir şey…İnsan ne yapıp, ne etmeli,ömründe bir defa bari gidip şöyle böyle denizi görmeli…Oysa nerde deniz,
nerde bizim köy! Hani kuş uçmaz,kervan geçmez derler ya…Deliorman’ın tâ göbeği… Sonra bizim buralarda kalûbelâdan beri,kadın aş evini, ocağını bilir, gezi neyinedir derler..
Derler de, babaannemin gene çıkınında lâfı bol,şöyle bir tutturdu mu…

İşte bin dokuz yüz kırk dörtlerde Urus buralara gelince , köylerde tekezeseler kurulup, milletin malı mülkü bir araya toplanıp mirî malı olunca,ah o mirî malı gene denizdir,
yemeyen domuzdur derlermiş,çalanı çırpanı vurguncusu murguncusu tilkide pire gibi çoğalınca…Yüksek yüksek binalar inşa edilip zina kaldırımlara inince, yuların ipi
zebanilerin eline geçince,deniz dedikleri şeyin içine erkekli merkekli, kadınlı madınlı eşkâre, çırıl çıplak soyunup girme modası çıkınca …Ah ah o dünya işleri nasıl ters dönüp,
geri geri teptikçe, kıyametin alâmetleri bir bir görünüp artık kapıya dayandı diyerek,dinlene dinlene anlatıp
durdukça ve işin acı yanı, dinleyicileri günden güne azaldıkça,onu da,denizi görme tutkusu öyle bir yakaladı,pir yakaladı…Hastalanıp yatakta kaldğı günlerde bile,ikide bir:
“Ay çocuklar,şu deniz denilen şeyi,vallahi ölmeden bir görebilsem,şu fani dünyadan nasibimi almış kadar olacağım…Gözlerim açık gitmeyecek!”
diye mızmızlanmaya başladı…

Bu yıl deniz boyunda bir geziye çıktık,beraberimizde onu da aldık.
“Aman çocuklar,bu yaşta ,neyime benim deniz,sizin hiç başka yapacak işiniz yok muydu da uydunuz şeytana “diye şakalaşıp durdu yolculuk esnasında,ama denizi görünce:
-Uuuuu bu da ne Yarabbim?
diyerek şaştı kaldı…Sözde kesesinde lâfı bol, köyün masalcı Gülsüm ninesiydi, hayranlığını, anlatamadıklarını baştan savma,gelişi güzel bir uzunca “uuuu” ile geçiştiriverdi ve
devam etti:
-Deniz eee…Deniz buymuş desene….Her zaman hep böyle mi bu deniz? Ulu ulu…Ne çok su Yarabbim!… Ucu bucağı görünmüyor …Dalgalara bak! Kıpır kıpır…
Bir yerlerden çıkıp çıkıp aceleleri varmış gibi can havli ile geliyorlar…
Sonra ezber bildiği, fakat içeriğini anlayamadığı o güzelim, arapça dualarını hafif bir sesle,huşu içinde okuyarak, yavaş yavaş aşağılara indi…Yaşı seksenlerde seyretse de,
hep daha yardımsız yürüyebiliyordu.Kıyıya vardı, kumsala oturdu.Ağır ağır,tek tek ayakkaplarını, çoraplarını çıkardı. Önce ellerini,sonra ayaklarını suya batırdı. Usulluca yüzüne
bir avuç su serpti.Bir müddet böyle kalakaldı. Kendikendine söylenerek ayağa kalktı.

Şalvarının paçalarını dizlerine kadar çekti,çıplak ayaklarıyla birkaç adım ilerledi… Her halde
bugünkü gezi için özel olarak seçtiği,gelişi güzel bağlanmış, kenarları oyalı, kahverengi çemberinin altında, biraz dağınık, beyaz sümek rengi saçlarını meltem hafifçe okşarken,
çocuklar kadar saf, mutlu bir gülümseyişle dönüp ardına baktı.Orada,her defa iftharla, biraz da başkaları işitsin diye,etrafı çınlattığı”tosunlarım,çakırlarım,benim bir tanelerim”
diye yüksek sesle haykırdığı ,o koskocaman delikanlı ikiz torunları,bizlerdik… Arkamızda Varna,önümüzde yakomazlı bir ufukla haşır neşir dalgaların gizemli denizine demir atmış
birkaç vapur,tepemizde martıların kavgacı çığlıkları vardı…Çıplak ayakları hep daha denizde,birkaç adım geri çekildi, bizi yanına çağırdı.
-Beni iyi dinleyin, diyerek konuşmaya başladı…Allah herkeslere nasip etsin denizi görmeyi… Ben, görmüş sayılırım artık..Baştan başa,boydan boya su…Sudan başka bir şey
değil bu deniz.. Kim ne anlatırsa anlatsın…Sadece ki suyun acayip bir sesi var, o kadar da değil ama, tıpkı bizim Düzorman’ın yaprak ışıltısı gibi…
Vışşş, vışşş, vışşş diye bir ses.Nesi var, bunun buraları biraz daha serin, biraz daha nefes açıcı…Sebildir,dermanı boldur böyle şeylerin… Şimdiii,şimdi anlıyorum yaz günleri
gençlerin neden denize kaçtığını… Neler bilmiyorlar, neler!
Hep böyle abartılıdır babaannemin anlatmaları.Rastgele mi köyün akıl kumkuması,ünü etrafa yayılmış taşmış,masalcı Gülsüm annesi…

– Çocuklar, diye devam etti.Koskoca köyden alıp beni tâ buralara getirdiniz,zahmet ettiniz …Muradınız neyse…nasıl desem bilmem ki…Her şey pek alâ da,şu…
Biraz durakladı.Birşeyleri hatırlamak istercesine sağ elini alnına götürdü ve sanki onun değilmiş gibi derinlerden gelen üzüntülü,cırıldak, fakat kararlı bir sesle :
– Ehhh! çocuklar!-dedi…Dedeniz de sağ olsaydı ya şimdi!…Hep beraber baksaydık denize…Rahmetli birşeyler göremeden göçüp gitti bu yalan dünyadan…
Ellisinde var yoktu …
Ve belki yine bugüne mahsus, özel olarak kınalamış ellerini havaya kaldırdı, denizin üstüne, ama çok ötelere sallayarak:
– Dedeniz gayet kibardı,dedi…Camiye, cumaya giderken gömleğini temiz ister,yakasına gül takardı…Al nar çiçeği fesine burma sarığı şöyle, ağır ağır usulence sarar,
tesbihi böyle tutardı rahmetli…
Durakladı , bize görünmemek için yüzünü öbür tarafa çevirdi ve gözpınarlarına çökmüş ufacık, solgun deniz mavisi , fersiz gözlerinden birkaç damla gözyaşının
neden öyle ansızın boşanıp döküldüğünü,buruşmuş yanaklarından nice usul usul süzüldüğünü, Karadeniz’in dur durak nedir, ölüm bilmeyen hınzırım yüce dalgalarına nasıl karışıp ,
akıp gittiğini, bir sır bozulur diye, ikiz kardeşimle oturup başbaşa konuşamadık bir türlü…